Kanıksanan “U”
dönüşleri ve inandırıcılık sorunu
Bayram Bozyel*
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 20 yıllık iktidar serüveninden
bihaber olanlar, onun iç ve dış politikadaki “U” dönüşlerine yabancı
sayılmazlar. Erdoğan son birkaç yılda, özelliklede dışa politikada baş
döndürücü politika değişikliklerine imza attı. Mısır’la onarılmaz sanılan
ilişkilerini normalleştirmek için geçmişteki sözlerinin tümünü unuttu, İsrail
ve BAE ile çöken diplomatik ağlarını yeniden canlandırdı, yıkma girişimlerinin
sonuçsuz kaldığı Esad rejimiyle barışmak için diplomatik kanalları tekrar harekete
geçirdi. Ve bütün bu keskin dönüşleri gerçekleştirirken hiçbir ciddi açıklama
ve özeleştiri yapma gereğini duymadı.
Geçen yıl Rusya’nın Ukrayna’yı işgal hareketinin ardından
İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyeliği gündeme geldiğinde Cumhurbaşkanı
Erdoğan için bulunmaz bir pazarlık sahası oluştu. Erdoğan her iki ülkeye
“teröre verdikleri destek” kozunu kullanarak veto kartını gösterdi. NATO’nun 28
Haziran 2022 tarihinde gerçekleştirilen Madrid Zirvesi’nde söz konusu sorunu
aşmak için Türkiye, Finlandiya, İsveç’in imzaladığı Üçlü Muhtıra çerçevesinde
bir süreç başlatıldı. Neyse ki Finlandiya söz konusu veto bariyerini Mart
ayında aşmayı başardı. Ancak Türkiye’nin İsveç konusunda öne sürdüğü koşullar kolay
aşılacak türden görünmüyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan birçok olayda olduğu gibi
İsveç kartını da iç ve dış siyasette bir fırsat ve pazarlık aracına dönüştürdü.
Bir yandan bu konuyu 14 Mayıs seçimlerinde köpürttüğü milliyetçilik dalgasında
fütursuzca kullandı, diğer yandan İsveç üzerinden ABD ile yeni bir pazarlık
alanı açmayı denedi. İç kamuoyunda yaratılan havaya bakılırsa Erdoğan’ın
İsveç’in NATO üyeliğine evet demesi yakın zamanda ihtimal dâhilinde
görünmüyordu.
NATO’nun 11-12 Temmuz’da Litvanya’nın başkenti Vilnius
Zirvesi’nde, NATO Genel Sekreteri Stoltenberg Türkiye’nin İsveç vetosunu
kaldırdığını duyurduğunda pek kimse şaşırmadı.
Çünkü bu tür keskin dönüşler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın politik hareket
tarzının rutinine dönüşmüştü.
Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliği bağlamında sergilediği
politikaya ilişkin üzerinde durulması gereken birkaç nokta var.
14-28 Mayıs seçimleri öncesinde ve seçin sürecinde
Türkiye’nin bütün maddi ve insani değerlerini hoyratça tüketen iktidar denizi
tüketmiş ve gelip sert kayaya toslamıştır. Ekonomi gerçek anlamda iflas etmiş,
ülke yönetilemez hale gelmiştir. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iktidarını
sürdürmek için yeni bir enerji ye, onu ayakta tutacak nefes borularına ihtiyaç
var.
Bir zamandan beri Rusya ile sürdürülen yoğun ilişkiler artık
Türkiye’nin mevcut ihtiyaçlarına cevap vermiyor, iktidarın arzuladığı katkıyı
sağlayamıyor. Türkiye yeni bir gücü, siyasi, ekonomik ve askeri desteği
Batı’dan, özel olarak da ABD’den alabilir ancak. İsveç’in NATO üyeliği üzerinden
sürdürülen pazarlıkların gerisinde Türkiye’nin söz konusu açmaz ve beklentileri
yatmaktadır.
Gelinen noktada Cumhurbaşkanı Erdoğan çoktandır arzuladığı
Biden ile bir diyalog zemini yakalamış görünüyor. Biden, Türkiye’nin F16’larla
ilgili taleplerini karşılamak için Erdoğan’ı destekleyeceğini ve onunla yeni
bir sayfa açmaktan yana olduğunu deklere etti. Biden ile kurulacak yakın ilişkinin,
içerde yaşanan ekonomik krizin giderilmesi ve ordunun modernizasyonu için
Erdoğan’ın elini rahatlatacağı beklentisi hâkim. ABD ile ilişkileri
normalleştirmek Erdoğan’a moral anlamda bir rahatlama sağlayabilir.
İsveç’in NATO üyeliği kapsamında gündeme gelen başlıklardan
biri de Türkiye’nin AB üyeliği oldu. Güya Türkiye’nin veto kartından vazgeçmesi
karşılığında İsveç Türkiye’nin AB üyelik sürecine destek sağlayacakmış!
İsveç’in AB üyeliği konusunda ne kadar yardımcı olup
olmayacağı bir yana, esas sorun
Türkiye’nin gerçekten AB üyesi olmayı isteyip istemediği, ya da bunun gereklerini
yerine getirmeye hazır olup olmadığıdır.
Öte yandan Türkiye’nin AB üyelik süreci resmiyette devam
eden bir süreç. Sorun şu ki, Türkiye 2012 yılından bu yana AB üyelik vizyonunu yitirdi
ve içerde ve dışarda AB üyelik ruhuna ters bir yola koyuldu. AB üyeliği için Maastricht Kriterleri’nin gerektirdiği ekonomik dönüşümü
sağlamak şöyle dursun, Türkiye geçen dönemde AB üyeliğinin öngördüğü normatif
değerlerden bir hayli uzaklaştı. Son birkaç yılda demokrasi, temel hak ve
özgürlükler, hukukun üstünlüğü ve azınlık hakları bağlamında ilerleme sağlamak
bir yana, Türkiye tümüyle keyfi, otoriter ve tek adam rejimine dönüştü.
Dahası Türkiye son 7-8 yılda tümüyle Kürt karşıtı bir
siyaset izlemeye başladı. İktidar, Kürt
meselesini bir beka ve terör meselesi olarak kodladı ve çözüm için şiddet ve
askeri araçları sınırsız bir biçimde devreye soktu. Kürt meselesinde izlenen
savaş ve şiddet politikası ile iktidarın otoriterleşme yönündeki eğilimi
birbirlerini tetikleyerek Türkiye’yi siyasal ve ekonomik açıdan mevcut çöküş ve
çözülme noktasına getirdi.
Gelinen noktada Erdoğan da Türkiye’nin saplandığı krizin
derinliğinin farkında. Erdoğan’ın İsveç’in NATO üyeliği üzerinden ABD ile
yakınlaşması ve AB üyeliğinden söz etmesinin esas nedeni budur; içerdeki çok
yönlü krizin yükünü hafifletmek.
İktidar bakımından
temel sorun inandırıcılık meselesi
Şurası çok net; mevcut iktidar Türkiye’deki krizin temel
nedenlerine inmedikçe, en başta Kürt sorununda yeni bir anlayış benimsemedikçe,
günübirlik adımlarla mevcut krizi aşamaz. Çünkü Kürt meselesi yüzyıllık bir
sorundur, çözümü de köklü bir zihniyet değişikliğini gerektirir.
Benzer şekilde Türkiye’nin demokrasi konusunda yapısal
sorunları söz konusu ve bu konuda bütünlüklü bir politika değişikliğine ihtiyaç
var.
Elbette Türkiye’nin yüzünü Batı’ya dönmesi ve AB üyeliğini
gündemine alması fena olmaz. Ancak sorun içerdedir ve çözüme içerden
başlanmalıdır. Kürt meselesi hakkaniyetli bir çözüme kavuşmadan, demokrasi
konusunda bütünlüklü bir dönüşüm sağlanmadan tek başına dışardan sağlanacak
desteklerle yaşanan kan kaybını durdurmak mümkün değil.
Mevcut iktidar çoktandır inandırıcılığını kaybetti. Geçen
dönemde verilen çokça söz unutuldu, açılacağı ilan edilen paketler kapakları
açılmadan raflara kaldırıldı, yasal ve kurumsal demokratik kazanımlar bile
işlemez hale getirildi.
Türkiye’deki kriz hiç olmadığı kadar derin ve iktidar da
bunun farkında. Sorun krizin temel
nedenlerini doğru teşhis etmek ve çözüm için uygun adımları atmak.
Verili durum iktidarın bu yönde bir vizyona da iradeye de sahip
olmadığını gösteriyor. Ancak Türkiye
toplumunun, Kürt ve Türk halkının geleceği tek başına iktidarın basiretine
bırakılacak bir konu değil. Bunun için demokrasi ve değişimden yana bütün
güçlerin kapsamlı bir mücadele ile çözümü dayatmaları gerekir.
14.07.2023
PSK Genel Başkanı