1925 Şeyh Sait Hareketi; Zulme Ve 100 Yıllık Zamana Karşı Bir Direniş*

Bayram BOZYEL

13 Şubat 1925’te Piran’da patlak veren ve aynı yıl 29 Haziran’da siyasi ve ruhani lideri Şeyh Sait ve 47 arkadaşının idamı ile yeni bir boyut kazanan Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’nin doğru anlaşılması için biraz geriye gidip konuyu değerlendirmek gerekir.

Bunun için çok geriye değil, başlangıç noktası için Birinci Dünya Savaşı sonrası hareket noktası olarak ele alınabilir.

1925 Hareketine giden süreç

Kürdistan’ın kaderinin esas olarak Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği koşullarda, 1916 yılında İngilizler, Fransızlar ve Rusların imzaladıkları Sykes-Picot Antlaşmasıyla, Kürdistan topraklarını aralarında bölüp paylaşmasıyla belirlendiği söylenebilir.

Daha sonra artarda yaşanan gelişmelerle 1925 Kürt ulusal Hareketi’ne giden sürecin taşları döşenecektir.

Bu gelişmeler zincirinden ilki 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’dir.

Birinci Dünya Savaşı sonucunda yenilen Osmanlı devleti ile galip devletler arasında 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile 6 Kürt ili (Van, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Sivas ve Erzurum) Ermenilere bırakılır. Bu durum 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması’nda kayıt altına alınmış ve yeniden gündeme getirilmiştir.

Güçlü devletlerin Ermenileri kollayan bu politikası ilk günden itibaren Kürtleri rahatsız etmiş ve onları Türk yönetimine yaklaştırmıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nın son bulmasının ardından savaşın galipleri 18 Aralık 1919 tarihinde dünyada yeni bir düzen kurmak amacıyla Paris Konferansı’nda toplanır. Kürtler adına bu konferansa Şerif Paşa katılır. Ancak O’nun fazla bir etkisi olmaz ve Konferans Kürtler olmadan devam eder.

Paris Konferansı sürecinde 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması imzalanır.

Sevr Antlaşması’nın Üçüncü Bölüm 62, 63, 64 maddelerine göre Kuzey Kürdistan’ın önemli bir bölümü kurulacak Ermenistan devletine dahil edilir. Kürdistan’ın çok dar ve sınırlı bir bölgesinde Kürtler için muhtariyet öngörülür. Anlaşmaya göre Kürtlerin istemesi ve Milletler Cemiyeti’nin de onaması halinde Kürtler bağımsız bir devlet ilan edebilir. Benzer şekilde Musul’da yaşayan Kürtler de isterlerse kurulacak bağımsız Kürt devletine katılabilirler. Ne var ki bölgede hızla değişen güç dengeleri nedeniyle hiçbir ülkenin parlamentosu bu antlaşmayı onaylamaz ve böylece Sevr hayata geçirilmemiş bir antlaşma olarak kalır.

Bu sürece ilişkin altı çizilmesi gereken bir nokta da şu ki, Kürtler de Sevr Antlaşması’ndan memnun değildir. Bunun temel nedeni Kürt coğrafyasının önemli bir kısmının Ermenilere bırakılmış olmasıdır. Kürtler, Osmanlı yönetimi altında Kürdistan coğrafyasının tümünü içeren bir özerk bir Kürdistan istemektedirler.

O dönemde ve daha sonra Kemalist kadrolar devamlı bir şekilde Ermeni tehdidiyle Kürtleri korkutacak ve bu şekilde yanlarına çekmeye çalışacaktır.  Kazım Karabekir, “Kürdistan Ermenistan olacak” söylemi üzerinden Kürtleri kontrol etme taktiğini ustaca uygulayacaktır. 

Lozan Antlaşması ise Kürt halkının geleceği bakımından bir milat oluşturur.

Lozan Antlaşması’na giden süreçte Kürtler dağınıktır, Türkler ise büyük avantajlara sahiptir.

Lozan Antlaşması imzalanmadan önce Fransa Kemalist hareket ile anlaşmış ve daha çok kendi iç sorunlarına gömülmüştü. Fransızlar Adana ve Antep’ten çekilmişti. Fransızların gündemini Ermeniler, Süryaniler ve gayrimüslimler dolduruyordu. Fransızlar Kürt karşıtı bir siyaset izliyordu.

İngilizler ise savaştan yorgun düşmüştü. Onların tek amacı Musul’daki petrolü kontrol altına almaktı. İngilizlerin stratejisi Sovyetler Birliği’ne karşı güçlü bir Türkiye devletine dayanıyordu.

Benzer şekilde Türkiye Sovyetlerle dostluk antlaşması imzalamıştı. Sovyetler Birliği’nin siyaseti de İngilizler gibi güçlü bir Türk devletinden yanaydı.

Kürtler ise dağınıktı, aralarında merkezi bir koordinasyon ve stratejik bir amaç birliği yoktu. Mevcut Kürt örgütleri kapatılmış, Kürtler güç kayına uğramıştı.

Başka bir ifade ile Türkiye büyük avantajlar ve eli güçlü bir şekilde Lozan Antlaşması sürecine katıldı.

Lozan’da öne çıkan iki temel noktadan söz edilebilir; Azınlıkların tanımı ve Musul Sorunu.

Lozan Antlaşması’nda azınlıklar dini inanç üzerinden tanımlandı. Bu tam da Türkiye’nin istediği bir durumdu ve esas olarak da İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un kendi önerisiydi. Bundan amaç Türkiye’nin elini rahatlatmak ve Kürt meselesini gündemden çıkartmaktı. Azınlıklar dini temelde tanımlanınca Kürtler azınlık statüsünün dışında kaldı ve böylece azınlık haklarından da mahrum bırakıldı.

Türk delegasyonu İsmet İnönü Lozan’da Kürtlerin azınlık sayılamayacağını, Kürtlerin ve Türklerin kaderlerini birleştirdiğini, her iki halkın da Büyük Millet Meclisi’nde yer aldığını ve kendisinin Lozan’da her hem Türkleri hem de Türkleri temsil ettiğini söyleyecekti.

Şunun altını çizmekte yarar var; Lozan Antlaşması’na gelinceye kadar Kürdistan’ın bölünmesi önemli oranda gerçekleşmişti, muğlakta kalan Türkiye ve bugünkü Irak arasındaki sınırdı.

İngilizler bakımından öncelikli ve stratejik konu Musul petrolü idi.

İngilizler Musul’u elde etmek için bu bölgenin Kürt kimliğini öne çıkarıyor ve böylece burayı kendi kontrolleri altına almak istiyordu. Türk delegesi İnönü ise Kürtlerin Türklerle kader birliği yaptığını söyleyerek Musul’un Türkiye sınırları içinde olmasını savunuyordu.

İngilizlerin Musul’daki ısrarını gören Türkiye, Kürtlerin özerklik ve bağımsızlık talebini red etmek koşuluyla Musul’u İngilizlere bırakmaya razı oldu. Öte yandan Musul’un İngilizlere bırakılmasına karşı Büyük Millet Meclisi’nde büyük tepkiler gösterildi. En başta Yusuf Ziya Bey gibi Kürt vekiller Kürdistan coğrafyasının bölünmesine karşı çıkarak rahatsızlıklarını dile getirdiler. Lozan Antlaşması’nın mecliste geçmeyeceğini gören Mustafa Kemal, meclisi dağıtarak yeni bir meclis seçtirdi ve 1923 yılının Ağustos ayında Lozan Antlaşması mecliste onaylandı.

Böylece 1916 yılında Sykes-Picot ile başlayan Kürdistan’ın bölüp parçalanma süreci Lozan Antlaşması ile uluslararası düzeyde resmen kabul edilmiş oldu.

Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra 29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye cumhuriyeti ilan edildi.

Kemalist Yönetimin Kürt Politikası

Türk devletinin yeni önderleri Mustafa Kemal ve arkadaşları, 1920’den Lozan Antlaşması’nın imzalandığı tarihe kadar Kürtlere karşı fırsatçı, pragmatik ve uzum erimli bir siyaset izlediler. Amaç dış güçlere karşı zafer elde edilinceye kadar Kürtleri oyalamak ve yanlarında tutmaktı. Bu amaca ulaşmak için Ermenilerle Kürtleri korkutma yoluna gittiler ve Hilafeti savunmak gibi argümanlarla zaman kazanmaya çalıştılar. Kemalistler defalarca Kürtlere özgürlük ve özerklik vaadinde bulunarak Kürtlerin gönlünü kazanmaya çalıştılar.

Kemalist kadrolar Milli Mücadele dedikleri dönemi, 1919’dan1923’e kadar Ermeni tehdidi ve Hilafeti kurtarma şiarıyla yönettiler.

Mustafa Kemal 23 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum Kongresi’nin açılış konuşmasında “Yüce Tanrı bu kutsal yurdun sahibi ve savunucusu ve Yüce İslam’ın sadık koruyucusu olan saltanatı ve Halifeliği korusun… Amin” diyerek başlıyordu.

Aynı Mustafa Kemal içerde Kürtlere mavi boncuk dağıtıyordu.

Heyet-i Temsiliye adına M. Kemal, Osmanlı Hükümeti adına Harbiye Nazırı Salih Paşa ile Vahdettin’in yaveri Albay Naci Bey arasında 22 Ekim 1919 tarihinde imzalanan Amasya Protokolü’nde;  “Osmanlı Devleti’nin tasarlanan ve kabul edilen sınırı Türk ve Kürtlerin yaşadığı bölgeyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlıdan ayrılmasının imkansızlığı izah edildikten sonra, Kürtlerin serbestçe gelişmelerinin sağlanacağı ve her şekilde geleneksel, hukuki (ırki) ve toplumsal hukuklarına izin verileceği” belirtiliyordu…” Kemalistler Kürtleri yanlarında tutmak için anlaşmanın altına şu notu düşürmeyi ihmal etmemişti;

 “Bu hususun şimdiden Kürtlere malum olması hususu uygun görüldü”.

Mustafa Kemal, Milli mücadele dönemindeki Kürt politikasını 20.02.1920 tarihinde İttihat ve Terakki Hareketi’nin liderlerinden Talat Paşa’ya yazdığı bir mektupta şöyle açıklıyordu.

“Ben harekât safhasını ikiye ayırıyorum: Birincisi sulha kadar takip olunacak tarz-ı hareket; İkincisi sulhtan sonra tavır ve hareket. Bunlar birbirinden farklı olmak lâzım gelir. Çünkü bugün yalnız dahilî düşmanlarımıza karşı değil onlarla beraber doğrudan doğruya itilâf devletlerine bilhassa İngilizlere karşı vaziyet ve tedbir almak mecburiyetindeyiz.

“Halbuki İstiklâlimiz mahfuz kalmak şartıyla bir sulh akdedildikten sonra yalnız dahili hasımlarımızla karşı karşıya bulunacağız ki bugünkü mevcut kuvvet ve nüfuzumuzu muhafaza ettiğimiz takdirde bu zavallılara lâyık oldukları muameleyi tatbikte hiçbir müşkülât tasavvur etmiyorum…”

Ancak Kürtlere saldırmak için Mustafa Kemal çok fazla beklemeyecekti. Daha Erzurum Kongresi toplanmamışken Mustafa Kemal Diyarbakır KTC’nin kapanması için girişimlerde bulunur ve 1919 Haziran ayında kapattırır.

Benzer şekilde 19 Ekim 1921’de İstanbul’daki Kürt dernekleri ve KTC’nin şubeleri Ankara’daki TBMM ve Osmanlı hükûmetinin işbirliği ile kapatılacaktır.

Kemalist kadrolar söz konusu ikiyüzlü ve oyalayıcı taktiklerle yeni Türk devletinin uluslararası düzeyde tanınmasına kadar Kürtleri oyalamayı başardılar.

Lozan Antlaşması’nın imzalanması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından sonra Kemalistler gerçek yüzlerini ortaya çıkarmaya başladı. Kürtlere verilen kardeşlik vaatleri unutuldu. Lozan Antlaşması’nın 38-39 maddelerinden söz konusu olan dil haklarının hiç biri yerine getirilmedi.

Lozan’da “Ben Kürtlerin de temsilcisiyim” diyen İsmet İnönü 1925 yılında “Türkiye’de sadece Türkler ulusal taleplerde bulunma hakkına sahiptir, Türkiye’de herkes Türk olmaya, Türk gibi yaşamaya ve Türk gibi konuşmaya mecburdur” diyecekti.

Türkiye’de 1924 yılında yapılan anayasada Türkiye’de yaşayan her kes Türk olarak tanımlandı. Aynı yıl Kürtlerle Türkleri bir arada tutan Hilafet ortadan kaldırılıyor, Kürt medreseleri kapatılıyordu.

Bütün bu yaşanan gelişmeler Kürtlerin Türklerle birlikte ortak bir gelecek kurma beklentilerine son noktayı koydu.

Azadi Örgütü Ve Şeyh Sait Hareketi

1925’te başlayan ve sonraki Kürt halkının yüzyıllık özgürlük mücadelesine damgasını vuran Şey Sait Hareketi’ni anlamak için Azadi Örgütünün kuruluş ve sonrasına bakmakta fayda var.

Bir çok belgede Azadi örgütünün, gerçek ismi Kürdistan İstiklal Cemiyeti’nin 1920 yılının son aylarında Erzurum’da Cibranlı Halit Bey’in başkanlığında 24 subay tarafından kurulduğu ve 1923 yılına kadar olarak faaliyetlerini illegal olarak yürüttüğü belirtilir. Cemiyet, Rus devlet arşivlerindeki belgelerde ‘Erzurum Kürt Komitesi’, İngiliz belgelerinde ‘Milliyetçi Kürt Komitesi’, Fransız belgelerinde ‘Erzurum Milliyetçi Kürt Komitesi’ diye geçer. Kürdistan İstiklal Cemiyeti, 1922 yılında, şubeleri 1921 yılında kapatılan Kürdistan Teali Cemiyeti ve diğer Kürt örgütleri ile birleşir.

Azadi kadrolarının çoğu daha önce Kürdistan Teali Cemiyeti ile ilişki içinde olmuşlardır. İhsan Nuri, Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya bunlardan bazılarıdır. Cibranlı Halit Bey Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Kürdistan’daki örgütlenme çalışmalarından sorumludur. Azadi örgütü 1924 1930 yıllarındaki Kürt hareketine damgasını vurur. Azadi’nin asıl adı Kürdistan İstiklal Komitesi olmakla beraber başka yerlerde Kürdistan İstiklal ve İstihsal Cemiyeti olarak geçer.

Azadi Örgütü zamanla Kürdistan Teali Cemiyeti, Teşkilat-ı İçtimai, Hevî, demokrat ve sosyalist Kürdistanlıları bira araya getirdi.  Bütün legal ve illegal siyasi parti ve örgütleri aynı çatı altında birleştiren Kürdistan Bağımsızlık Komitesi Kürdistan’ın kurtuluşu ve bağımsızlığını hedefine koymuş ve anti Kemalistlerle ilişki kurmuştu.

1920’li yılların başında Kürdistan’ın üç parçasında peş peşe ayaklanmalar yaşanmaktadır. Güney Kürdistan’da Şeyh Mahmud Berzenci İngilizlere karşı, Doğu Kürdistan’da Simko liderliğindeki Kürtler Fars egemenliğine karşı, Koçgiri’de Alişan Bey önderliğinde Kürtler Kemalistlere karşı ayaklanma başlatır. Ancak bu üç parçadaki Kürt hareketleri arasında koordinasyon yoktur.

Azadi Örgütü sadece Kuzey Kürdistan’da faaliyet yürütmüyor, diğer parçalardaki hareketleri de yakınlaştırmak için çalışıyordu.

Bu amaçla Azadi, Merkez Komite üyesi Kemal Fevzi’yi Doğu Kürdistan’a göndererek Simko Hareketi ile ortak hareket etme imkanlarını araştırır. Bu arada Sımko’nun İngilizlere yakınlığı Sovyetleri tedirgin eder. Bolşeviklerin tedirginliğini yatıştırmak için K. Fevzi Simko’nun mektubunu Sovyet Konsolosluğuna ulaştırır.

Azadi lideri Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya Bey İngiltere ve Sovyetlerden destek almak için yoğun görüşmeler gerçekleştirir. Her ikisi Rusya’nın Erzurum Konsolosluğu ile yoğun diyalog içindedir. Cibranlı Halit Bey Sovyet yetkililerine Kürt halkının taleplerini ve koşullarını içeren 10 maddelik bir protokol sunar. Aynı zamanda Sovyet desteğini almak için Lenin’e mektup yazar.

24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Kürtlerin Kemalistlerden beklentileri tükenir.  Artık harekete geçmek için vakit gelmiştir. 1924 yılının Ağustos ayında Kürdistan İstiklal Cemiyeti Kongresini gerçekleştirir ve yurtsever din adamlarını harekete katmak için görüşmelere başlanır. Martin Van Brunsen bu kongreye Şey Said’in de katıldığını iddia etmektedir

Aynı yılın (1924) ilkbaharında Yusuf Ziya Kürdistan’daki önemli dini şahsiyet ve aşiret reisleriyle görüşerek onların harekete katılımı için çalışır. Hilafetin yıkılması Azadi’nin Kürt Kürt din adamları ve beyleriyle ilişki kurmalarını kolaylaştırır.

Yusuf Ziya Bey 1923-1924 içinde iki kez Şeyh Said’i Kolhisar’daki evinde ziyaret eder. Benzer şekilde Şeyh Said Halit Bey ile Erzurum’da çeşitli görüşmeler gerçekleştirir.

Martin Van Brunsen’e göre 1924 yılının ilkbaharında gerçekleşen Kongre’de iki önemli karar çıkar.

1.      Kürdistan’da genel bir ayaklanma başlatılacak ve bunu bağımsızlık ilanı izleyecekti.

2.      Harekete gerekli dış destek İngiliz, Fransız ve Ruslardan sağlanmaya çalışılacaktı.

 3-4 Eylül 1924 Beytüşşebap Ayaklanması

Bu ayaklanmanın nedenlerine ilişkin değişik yorumlar vardır. Bir yoruma göre bu isyan Yusuf Ziya Bey’in kardeşi Teğmen Ali Rıza’ya gönderdiği bir şifrenin yanlış  okunmasından kaynaklanır. Ancak bir başka teze göre Azadi küçük ayaklanmalardan giderek büyük bir ayaklanmayı örgütlemek istemektedir. Ayrıca Beytüşşebap gibi bir bölgede bir ayaklanmaya gitmenin üç mantıklı gerekçesi vardır; En güvenilir aşiretler buradaydı, bölge en kolay savunulabilecek bir yerdi ve Şırnak, İngiliz kuvvetlerine yakın bir yerdi.

3-4 Eylülde Beytüşşebap’taki birçoğu subay 500 asker ayaklanır. Ancak başlayan ayaklanmaya bölgedeki aşiretlerin katılımı sağlanamaz. Ayaklanman önde gelen liderleri Yüzbaşı İhsan Nuri, Yüzbaşı İsmail Hakkı Şaweys, Hurşit ve Rasim İngilizlerin kontrolündeki Irak’a kaçarlar.

Yusuf Ziya Bey’in kardeşi Teğmen Ali Rıza ve Azadi’nin Şırnak bölgesindeki örgütlenmeden sorumlu Mele Abdurrahman yakalanır.

Bu arada Mustafa Kemal Azadi hareketine karşı son kozlarını oynamaktadır. M. Kemal 01-04 Kasım 1924 tarihinde Pasinler depremi gerekçesiyle Erzurum’a gider ve orada Halit Bey ile görüşür. Amaç Halit Bey’i tehdit ve tavizlerle davadan vazgeçirmektir.

Mustafa Kemal burada amacına ulaşmaz. Halit Beyi ikna etmek için başka aracıları devreye sokar, ancak ondan da sonuç almaz.

Bu arada yakın çevresi Halit Bey’in etrafındaki çemberin daraldığını, hayatının tehlike altında olduğunu ve Erzurum’u terk etmesi önerir. Halit Bey ise buna karşılık kendisinin Erzurum’dan ayrılmasının hareketin fiilen başlaması anlamına geleceğini, devletin de zaten böyle bir şeyi istediğini belirterek bu öneriye karşı çıkar. Halit Bey ilkbaharda başlayacak bir isyana hazırlıklı olunmasını ifade eder.  

1924 yılının sonlarına doğru Kürtlerin genel olarak silahlandığı ve Azadi’nin bir isyan hazırlığı içinde olduğu yönündeki bilgiler Sovyet belgelerinde yer almaktadır.

Azadi kadrolarına karşı tasfiye süreci başlıyor

Yusuf Ziya Bey’in kardeşi Teğmen Ali Rıza ve Azadi’nin Şırnak bölgesindeki örgütlenmeden sorumlu Mele Abdurrahman’ın yakalanmasından sonra Erzurum’da bulunan Yusuf Ziya Bey 10 Ekim 1924’te  tutuklanarak Bitlis Cezaevi’ne götürülür.

Ardından 20 Aralık’ta Cibranlı Halit Bey tutuklanarak Bitlis Cezaevi’ne gönderilir. Aynı tarihte Hacı Musa Bey ve benzeri aşiret liderlerinin tutuklanmasına gidilir.

Şey Said Hareketi nasıl başladı?

Azadi lideri Cibranlı Halit Beyin tutuklanmasından sonra Şeyh Said 22 Aralık’ta ifadeye çağrılır, Hınıs kaymakamı tarafından ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılır. Devletin niyetini ve başlattığı operasyonları gören Şeyh Said 27 Aralık’ta Hınıs’tan çıkarak Karlıova, Bingöl Genç üzerinden Lice’ye doğru harekete geçer. Gittiği güzergahta toplumun ileri gelenleri, aşiret reisleri ve şeyhlerle toplantılar yaparak süreci değerlendirmeye ve geleceğe ilişkin hazırlıklar yapmaya çalışır.

Bu görüşme ve toplantılar dizisi 13 Şubat 1925 tarihinde Piran’da yaşanan bir provokasyon sonucunda kontrolden çıkar.

13 Şubat’a patlak veren Kürt Hareketi dağınık, her hangi bir program ve askeri ve siyasi stratejiden yoksundur.

Dr. Fuad’ın müdahalesine rağmen hareket bir anda yayılır ve Kürt güçleri Maden, Elazığ, Varto vs. birçok merkezi ele geçirilir. 7 Mart’ta Diyarbakır kuşatılarak ilk saldırı gerçekleştirilir.

Ancak Kürt güçleri şehir merkezini ele geçirmekte etkili olmaz ve devletin silahlı güçleri karşısında geri çekilmek zorunda kalır. Bu arada Ankara, Fransızların izniyle güçlerini Suriye üzerinde bölgeye geçirtir. Şey Said güçleri her yerde geri çekilmeye başlar.

15 Nisan’da Şeyh Sait ve arkadaşları Varto’nun Abdurrahman Paşa Köprüsü’nde ele geçirilir.

15 Nisan tarihi Kürt hareketi bakımından bir kırılma noktasıdır. Kesin üstünlüğü ele geçirdiğine inan Kemalist rejim saldırılarına hız verir.

Aynı gün İstanbul’da Seyid Abdulkadir ve oğlu Seyid Muhammed tutuklanarak Diyarbakır’a götürülür.

Bir gün önce 14 Nisan’da ise Yusuf Ziya, Halit Bey, Mele Abdurhemanê Şirnexî Bitlis’te kurşuna dizilir.

Daha sonra Şeyh Said ve arkadaşları Varto’dan Diyarbakır’a getirilir.

Bu arada TBMM 4 Mart 1925 tarihli oturumunda Takrir-i Sükun ve Şark İstiklal Mahkemeleri’nin kurulmasını kararlaştırır. Aynı oturumda iki İstiklal Mahkemesi kurulur; Şark İstiklal Mahkemesi ve Ankara İstiklal Mahkemesi.

Şark İstiklal Mahkemeleri’nin yetkileri sınırsızdır. İstiklal mahkemelerinin aldığı kararlar için temyiz yolu kapalıdır, alınan idam kararları anında hayata geçirilir.

İstiklal mahkemelerinde 86 davanın açıldığı ve bu davalarda 435 kişiye idam karar verildiği belirtilmektedir.

Şey Said ve arkadaşlarının 21 Mayıs’ta başlayan yargılaması 28 Haziran’da sonuçlanır.

Yargılanan Şeyh Sait ve 49 arkadaşının idam gerekçesi ise açıktır:  “Güya dini ve şeri ve fakat her halde müstakil bir Kürdistan Hükümeti kurmak…”

Öte yandan Şark İstiklal Mahkemesi elini çabuk tutarak 17 Nisan 1925’te Dr. Fuat ve Siverekli Şeyh Eyüp’ün idamına karar verir ve bu karar anında infaz edilir.

27 Mayıs 1925’te Seyid Abdulkadir, Kemal Fevzi, Seyid Abdulkadir’in oğlu Seyid Muhammed, Palulu Abdullah, Haci Ahti, Hoca Askeri idam edildi.

29 Haziran 1925’te ise Şeyh Said ve 47 arkadaşı Şark İstiklal Mahkemesi’nin verdiği kararla idam edildi.

Ancak devletin Kürtlere karşı öfkesi bu kararla sınırlı kalmaz. Kürdistan’ın her yerinde Kürtlere karşı sürek avı başlar. Bu dönemde 15 binden fazla Kürt, kadın, çocuk, yaşlı katledilir.

Tutuklanmak ya da idam edilmekten kurtulan Kürt kadroları ise 1927’e kadar dağlarda direnmeye devam eder, bir kısmı ise Suriye ve Irak’a geçer. 1929 yılında çıkan bir af yasasıyla yurt dışındakiler Türkiye’ye döner.

Bununla birlikte 1925’te başlayan direniş, önce 1927-32 Ağrı,  daha sonra 1937 Dersim direnişine kadar devam eder.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Dört Ana Sütunu;

İnkar, asimilasyon, göçertme ve katliam

Kemalistler Cumhuriyet’in ilanından sonra Kürt karşıtı siyaseti açık ve resmi düzeyde yürütmeye başladı. Kemalist yönetim 1925 Şeyh Sait Hareket’ini Kürt düşmanlığını gerçekleştirmek için bir fırsat olarak kullandı.

1925 Şeyh Sait Hareketi’nden sonra Şark Islahat Planı adıyla uzun erimli bir plan hazırlandı. Şark Islahat Planı gerçekte Türk devletinin Kürt karşıtı politikası için hazırlanmış bir anayasa niteliğindeydi. Bu plana göre Kürdistan Genel Valiler eliyle bir sömürge gibi yönetilmeliydi.

Şark Islahat Planı’na göre;

Kürdistan için Umumi Müfettişlik adı verilen özel bir sömürge yönetimi uygulanacaktı. Özel yönetim sınırsız yetkilere sahipti.  Öte yandan, Umumi Müfettişlik mıntıkasının genişliği, Şark Islahat Planı’nın basitçe 1925 Ayaklanmasına verilen bir cevaptan ibaret olmadığını göstermektedir: Umumi Müfettişlik mıntıkası Hakkari, Van, Muş, Bitlis, Siirt, Genç, Diyarbekir, Mardin, Urfa , Siverek, Elaziz, Dersim, Malatya, Ergani, Bayezit, Pülümür, Kiğı, ve Hınıs’tan oluşan ve dolayısıyla ve 1925 ayaklanmasından hiç etkilenmeyen devasa bir bölgeyi kapsıyordu.

Plan, özel yönetimin daha ‘teknik’ biçimlerini de öneriyordu; Mahkemelerde asker ve sivil yerli (Kürt) hakim bulundurmamak ve Umumi Müfettişlik mıntıkasındaki tali memuriyetlere dahi Kürt tayin etmemek gibi…

Asimilasyon için kullanılan araçların en başında geleni; yerinden etmek ve zorunlu yerleştirme olmuştur. Fırat’ın doğusundaki Kürtler Fırat’ın batısına sürülecek ve burada Kürt nüfusunu seyreltmek için muhacirler buraya yerleştirilecektir. 

Plan her sene elli bin muhaciri, on sene zarfında 500 bin kişiyi batıdan doğuya yerleştirmeyi önermektedir. Devletin istatistiklerine göre bu esnada Fırat’ın doğusunda bir milyondan daha az Kürt yaşamaktadır. Bunların bir kısmı zaman içinde Fırat’ın batısına sürgün edileceğinden yola çıkılarak bölgedeki nüfus yapısının kökten değiştirileceği hesaplanmıştır.

Planın asimilasyon için önerdiği ikinci büyük araç eğitimdi. Bunun için yatılı okullara ve kız mekteplerine ağırlık verilecektir. Plan aynı zamanda Kürtçenin sözlü kullanımını da yasaklıyordu. Plan, “vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair kurum ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden başka lisan kullananları “ cezalandırmayı öngörüyordu.

Planda önerilen üçüncü yol; Fırat’ın doğusunun yol açılıp, demiryolu döşenerek ve hükümet binaları ve karakollar inşa edilerek Cumhuriyetin ve Türklüğün erişime açık kılınmasıdır.

Kürtçenin ve Kürt kültürünün silinmesine yönelik sürecin önemli araçlarından biri de soyadlarıyla, yer adları ve köy isimlerinin Türkçeleştirilmesi ve çocuklara Kürtçe isimlerin konulmasının yasaklanmasıydı.

Şark Islahat Planı Kürt kimliğini yok etme ve Kürdistanı sömürgeleştirme planı olarak nitelendirilebilir.

Şark Islahat Planı ilhamını 1924 Anayasası’ndan alan, Cumhuriyetin Kürt siyasetin rehber metnidir. Cumhuriyet tarihi boyunca bütün hükümetler bu kurucu metne bağlı kalmış ve onu uygulamışlardır.

Kemalist rejim oluşturmak istediği homojen Türkçü siyasetin altyapısı için eşzamanlı olarak teorik ve ideolojik tezler geliştirdi. Bunlardan birincisi Türk Tarih Tezi idi. Bu teze göre bütün uygarlıkların kaynağı Orta Asya’daki Türklerdi ve Kürtler de aslen Türk sayılırdı. İkinci tez ise Güneş Dil Teorisi’ydi ve buna göre dünyadaki bütün diller Türkçeden türemişti.

Böylesi bir inkâr ve asimilasyon siyasetini hayata geçirmek için Türkiye’nin otoriter ve olağanüstü bir rejime ihtiyacı vardı.

Bu amaçla geçen yüz yıl boyunca Kürdistan Umumi Müfettişler, olağanüstü yönetimler, sıkıyönetim gibi anti demokratik rejimlerle yönetildi. Kürt halkının her türlü hak ve özgürlük talebi şiddet ve kanla bastırıldı. Kürdistan bir savaş alanına dönüştü, binlerce yerleşim yeri ve Kürt şehri yakıp yıkıldı, milyonlarca Kürt zorla ülkelerinden sürüldü.

Sonuç Yerine;

Birinci Dünya Savaşı’nda sonra dünyada yeni bir düzen kurulurken ve Ortadoğu yeniden dizayn edilirken Kürdistan emperyalist ülkeler ve bölge devletleri tarafından bölünüp parçalandı. Kürt halkı bütün ulusal demokratik haklarından yoksun bırakıldı.

Bunun birinci nedeni Kürtlerin dağınık, parçalı olması ve ulusal bir merkez ve mücadele stratejisinden yoksun olmasıydı. Bu durum, sonuç almak ve başarıya ulaşmak bakımından Kürtlerin etkisini zayıflattı. Bölünmüşlük Kürt hareketinin gücünü belli bir hedefe yoğunlaşıp amaca ulaşmasını engelledi.

Ancak Kürtlerin Birinci Dünya Savaşı sonrasında bir statü/devlet sahibi olmamalarının temel nedeni dış faktörler oldu. Dönemin uluslararası güç dengeleri Kürtlerin aleyhineydi çünkü..

İngiltere üç yüz yıldan beri Rusya’nın sıcak denizlere inmesine karşı Osmanlı ve İran devletlerinin ayakta kalmasını esas alan bir strateji izledi. Birinci Dünya Savaşı sonrasında da İngiltere’nin bu siyaseti değişmedi. Rusya’da 1917 yılında yaşanan Ekim Devrimi’nden sonra İngiltere’nin Türkiye’ye olan ilgisi daha da arttı.

Başka bir ifade ile İngiltere hem tarihi güç dengesi politikası hem de Bolşevik tehdidine karşı güçlü bir Türkiye devletinden yana bir siyaset izledi ve Kürtlerden desteğini çekti. İngiltere’nin Kürt meselesine bakış açısını dönemin İran Büyükelçisi’nin aşağıdaki açıklamasında net olarak görmek mümkün.

1925 Ayaklanmasının bastırılmasının hemen ardından İran’a geçen Şeyh Said’in oğullarından Ali Rıza, İngiltere’nin Tebriz Konsolosluğuna giderek bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına İngiltere hükümetinin desteğini almak için İngiltere’ye gitmek istediğini bildirir. İngiltere’nin İran Büyükelçisi Percy Loraine’nin konsolosa yazdığı telgraf İngiltere’nin Kürdistan siyasetini bütün çıplaklığı ile gösterir:

Eğer Ali Rıza meseleyi size yeniden açarsa, kendisine, Majestelerinin hükümetinin kendisinin açıklamayı istediği durumdan haberdar olduğunu ve dolayısıyla İngiltere’ye ziyaretinin hiçbir yararlı amaca hizmet etmeyeceğini söylemelisiniz.  Özerk ya da bağımsız bir Kürdistan devletinin sorumluluğunu desteklemenin veya kabul etmenin, Majestelerinin hükümetinin siyasetinde hiçbir yeri olmadığının şüphesiz farkındasınızdır. M. Yegen İngiliz Belgelerinde Kürdistan  s.22  1918-1958 Dipnot

Fransa ve Sovyetler de benzer nedenlerle Kürtleri desteklemekten uzak durdu ve Kemalist rejimi destekledi.

Kürtlerin bir devlet sahibi olmamasında etkili olan etkenlerden biri de Ermeni faktörüydü. Batılı güçler 1878 Berlin Antlaşması’nda itibaren hesaplarını bir Ermenistan devleti üzerine kurmuş ve çoğu zaman Kürtleri bu projenin önünde bir engel olarak gördü.

Diğer yandan Kemalistler Batılıların Ermenilere olan ilgisini Kürtleri yanlarında tutmak için ustaca kullandı. Başka bir ifade ile “Kürdistan Ermenistan olacak” şantajıyla Kürtleri manipüle etmekte başarılı oldu.

Öte yandan Birinci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu’da kurulan Kürt karşıtı düzenin bölgeyi yüzyıllık devam eden bir çatışma ve istikrarsızlık batağına çevirdiği ortadadır.

Geçen yüz yıl boyunca Kürt halkı kesintisiz bir baskı, katliam ve vahşi bir asimilasyon çarkına tabi tutulmuştur. Buna karşı Kürtler de kendisine dayatılan inkar ve imha politikalarına hiç bir zaman boyun eğmemiş, ulusal hak ve özgürlükleri için kesintisiz bir mücadele yürütmüştür.

Geçen yüz yıllık sürecin ardından Kürt halkının özgürlük mücadelesi bütün sıcaklığı ile devam etmektedir.

Bu çerçeveden bakınca 1925 Şeyh Sait Hareketi’ni hem Kürt halkına dayatılan köleliğe karşı bir ilk isyan hem de 100 yıllık zamana karşı bir direniş olarak görmek mümkün.

29.06. 2024

Bu çalışma için aşağıdaki kaynaklardan faydalanılmıştır;

Mehmet Bayrak KÜRTLERE VURULAN KELEPÇE ŞARK ISLAHAT PLANI  Öz-GE Yayınları

Celal Temel 1918-1923 MONDROS’TAN LOZAN’A KÜRTLER  İBV

Tahsin Sever  1925 HAREKETİ AZADİ CEMİYETİ  Nubihar

İlhan Tekeli, Selim İlkin Kurtuluş Savaşında Talat Paşa ile Mustafa Kemal'in Mektuplaşmaları

*PSK Genel Başkanı Bayram Bozyel’in 29.06.2024 tarihinde PSK Van İl Örgütünün Van’da gerçekleştirdiği “Kürt Halkının Özgürlük Mücadelesinde 1925 Şeyh Sait Hareketi” konulu konferansta yaptığı konuşma metni

 

 

 

İçerik Başlıkları
Yorum Yaz